George Orwell’ın o güzel sözüyle başlamak istiyorum yazıma: “Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, onları yendin demektir.” Maalesef günlük yaşamda davranışlarıyla hayatın üstüne çıkan, çevresindekilerin yaşam alanını daraltan, benlik değerlerini her şeyin ölçüsü yapan, her yerde farklı davranan insan modeline fazlaca rastlıyoruz. Bu tipler hayatın olağan akışına sığmıyor. Çünkü ahlak ve erdemi zayıflatıyor. Kendi kusurlarıyla saklambaç oynayıp, başkalarının kusurlarıyla yakalamaca oynarlar. Çevredeki insanları etki altına almakla yetinmezler. Neredeyse günler, mevsimler, ağaçlar, yapraklar kendi arzularına hizmet etmeliymiş gibi çizgi dışı beklentilerin peşine düşerler. Amaçlarına ulaştıracak her aracı kullanırlar. Benlikleri o kadar şişer ki hayattayken öldüklerinin farkına varamazlar. İnsan, sorgulayandır. Yaşamı oluşturan karmaşık desenler, olgular, ilişkiler ve süreçler silsilesi içinde er ya da geç “Ben neyim/kimim?” sorusuna gebe kalır. Gün gün tuğlalarını özenle dizdiğimiz hayat yapımızın, bazen anlamsızlaşarak yıkılmaya yüz tuttuğu, muğlak, sıkışık ve bunalımlı dönemler hepimizin hayatından geçmiştir. Ve hepimiz adeta içine düştüğümüz bu tavşan deliğinden bir çıkış yolu aramışızdır. Bir çıkrığa sarılı iplik kümesi olan çile, nasıl ki birbirine dolaşır, işte bazen insan da ağa dolanır, karışır. Zaten karmaşık bir varlık olduğu için, kendini arar, bulamazsa “kimlik bunalımı” yaşar. Hepimiz insan olarak doğuyoruz evet, ama kaçımız insan olarak kalmayı, insan olmayı sürdürebiliyoruz? Peki neydi insan? Tasavvufi inanca göre Allah’ın yeryüzündeki bir parçası, yansıması mı; sözlük anlamı olarak ele alırsak aklı ve düşünme yeteneği olan, dille anlaşabilen en gelişmiş sayılan yaratık mı, Ademoğlu mu; ya da Mark Twain’in” İnsan Nedir?” adlı kitabında ele alıp işlediği gibi dış etkenler olmadan düşünemeyen, üretemeyen, tamamen dış etkenlere göre programlanmış bir makine mi? Aslında bu tanımların hiçbiri yansıtmıyor George Orwell’in insan anlayışını. İnsan olmak ya da insan kalmak, hangisini düşünürseniz düşünün, insani değerlerini yitirmeden hayata devam etmektir. Yani bir insana, bir hayvana hatta bir bitkiye dahi merhamet edebiliyorsan evet, insansındır. Başkalarının acılarıyla üzülüp sevinçleriyle mutlu olabiliyorsan insansındır. Haksızlıklar yalnız sana değil; başkasına da yapıldığında tepki verebiliyorsan, yardım diye el uzatanın elini tutabiliyorsan evet, insansındır. Bencilce davranmayıp kendin empati yapaliyorsan evet insansındır.  Dostoyevski ünlü “Suç ve Ceza” romanında: “Her şey insanın içinde yaşadığı ortama, şartlara bağlıdır. Her şeyi belirleyen çevredir. İnsan bir hiçtir.”  Demiştir. Ama bence bu biraz yanlış bir varsayım, çünkü insanın kendini aklamak için bahanesi, karamsarlıktan kendini çıkarma noktası gibi geliyor bana. Hangi ülkede, hangi şehirde, hangi ailede doğmuş olursan ol; insan olmak da senin elinde insani değerlerini yitirmek de. Çünkü insanı diğer canlılardan ayıran da bu irade ve bilinç değil midir? Sen ne olmak istersen, o olursun. Bunun için ne çevrenin ne de şartların önemi vardır. İnsan iyiliği önce içinde arayıp bulmalı ki sonra karşısındakinden iyilik, insanlık beklesin. Hep bana hep bana dememeli yani. Hem ne de güzel söylemiş Tuncel Kurtiz: “Arada bir aynaya bakmalı insan. Güzel miyim diye değil, insan mıyım diye.” Hepimiz arada bir aynaya bu düşünceyle bakıp sorgulamalıyız kendimizi belki de. Çevresiyle ilişkili, ona yakın varlık anlamına gelen insan, adının hakkını vermekle yükümlü… Kendini bilen kişinin nazarında bildiğini hazmetmek de başka bir erdem. Bilgiyi arayan filozof ile bilge arasındaki fark da burada yatıyor. Ancak bu, genel yaşam düzeni ve hayatın akışının dışına ve üzerine çıkmak değildir. Bu, temel kişilik özellikleri ve benlik değerini yaşamın merkezine koymak ve ortalama bir insanın üzerinde bir görüntü vermek değildir. Bu, kendi bakırını, başkasının altınından yukarıda görmek değildir. Bundan olsa gerek Mevlana’dan ders almak isteyenler önce dergâhın mutfağının girişinde üç gün bekletilirdi. Hizmetin en alt kısmından başlama sabrını gösterenlere “can” denirdi. Bu, varlığın öldürdüğü, hayatın doğal akışının dışına çıkan kalbin yeniden yeşermesi, yeniden canlanmasıdır. Bilgece bakışı anlatan Farsça bir dörtlük ile bitirelim o zaman, “O ki, bilmiyor ama biliyor bilmediğini; çocuktur, onu eğitin/yetiştirin. O ki, bilmiyor ama bilmiyor bilmediğini cahildir, ondan uzak durun. O ki, biliyor ama bilmiyor bildiğini belki uykudadır, onu uyandırın. O ki, biliyor ama biliyor bildiğini bilge kişidir, onu izleyin’’.