Müziğin insan ruhu üzerinde düzenleyici, sakinleştirici, tedavi edici etkisinin olduğu, eski çağlardan beri bilinir. Bizzat birçoğumuz da bunu deneyimleyerek yaşamışızdır. Çeşitli uygarlıklarda müziğin bu terapötik işlevi, farklı araçlar ve yöntemlerle kullanılmıştır. Farklı tipte hastalıkların tedavisinde farklı makamların iyileştirici etkileri, organik bedenin sağlıklı işleyişi bir denge hâlinde durması gibi. Diğer bir deyişle, beden değişmediği sürece doğal dengesi bozulmaz, böylece hastalanmaz. 
Yapılan birçok nörolojik araştırma sayesinde, müziğin insan beyninde ne tür elektriksel etkinliklere yol açtığı ve hangi kimyasal süreçleri harekete geçirebildiği gözlenmiştir. İnsan ilişki içinde, kolektif eylemin bileşeni olarak anlam kazandığı için müzik, bedenle her şeyden önce toplumsal nitelikli bir ilişki kurar; tedavi ediciliği de buradan kaynaklanır. Farklı tipte hastalıkların tedavisinde farklı makamların iyileştirici etkileri vardır. İnsan bağ kurar; kendini etkileşim içinde inşa eder. Müziğin tedavi edici özelliği, bu nedenle ne tamamiyle eski öğretilerdeki gibi psişik ne modern tıbbın pozitivizminde tanımlandığı şekilde salt biyolojik-organik boyutta sınırlandırılabilir. İnsan ilişki içinde, kolektif eylemin bileşeni olarak anlam kazandığı için müzik, bedenle her şeyden önce toplumsal nitelikli bir ilişki kurar; tedavi ediciliği de buradan kaynaklanır. 
Müziğin toplumsal niteliğini anlayabilmemiz için onun ne olduğuna ve nasıl yapıldığına bakmamız gerekir. Sanılanın aksine, doğada müzik yoktur. Doğada sesler vardır. Sesler ise titreşimlerden oluşur. Müzik, doğanın kaynaklarına insan iradesi eklenerek oluşturulur; zira insan, doğanın sonsuz ses frekansları içinden bazıları seçip doğada olmayan bir düzende yeniden sıralar. Böylece bir ses sistemi oluşturur. Seslerin yapay bir şekilde bir sistem içinde örgütlenmesi, onların birbirleriyle nasıl ilişki kurabileceklerini belirleyen kurallar bütünü oluşturmak anlamına gelir. 
Ses sistemi oluşturmak, müzik kurgulamak ve yapmak, insanın, kendini öznel olandan nesnel olana, bireyselden kolektife bir hareket içinde konumlandırmasına yol açar. Bütünleşmenin ve çatışmanın kaynağı olan, böylece bize hem güven hem hoşnutsuzluk ve değişme itkisi sağlayan toplum düzeninin bu ikili doğası, müziğin uyum ve uyumsuzluk ögeleriyle simgelenir. Müzik bize toplum hayatının çelişkilerini ve temel dayanaklarını hatırlatır. Müziği nasıl hayal ettiğimiz, neye “müzik” dediğimiz, onunla ne yaptığımız, içine dâhil olduğumuz üretim biçiminin cinsinden belirlenir. Böylece müzikle ilişkilenerek zamanın varlığını idrak eder, onu işaretleriz. Mekânların duygu dünyamızda belli bir şekilde yer edinmeleri, hatta güçlü anılar söz konusu olduğu zaman mühürlenmeleri, ancak müziğin başka hiçbir ifade biçiminde mevcut olmayan gücü sayesinde mümkün olur. Nihayet müzik, birlikte eylemenin en simgesel biçimi olarak tarif edilebilir. Müziğin kuşkusuz bireysel deneyimleri de vardır. Ancak müzik, toplumsal bir eylem olduğu zaman normları hatırlatan bir rehber, değerleri öğrendiğimiz bir mümkünler matrisi, bütünleşme için itici güç, çatışmaları hissedebildiğimiz bir düşünsel çerçeve hâline gelir. Hatta müziğin “müzik” olma niteliğini, bu doğrultuda oluşan estetik ölçütleri bile, içselleştirilmiş kolektif referanslara göre ölçeriz. Müzik, en bireysel ve içsel deneyimde bile kaçınılmaz şekilde toplumsal nitelik arz eder. İşte bu kolektif bilinci harekete geçiren, aynı zamanda onun simgesel ifadesi olan potansiyeli sayesinde, müzik, bir dünya kartografyasını bize sunarak zamanda ve mekânda kaybolmamamızı sağlar; iyileştirici gücü de buradan gelir. Nitekim, müziğin beyinle ilişkisinde yalnızca bireysel etkenler değil, toplumsal boyut da açığa çıkarılmaktadır. Birlikte müzik yapmak, yalnızca bir kolektif bilinci hatırlamak anlamına gelmez; o bilinçte oluşan hasarı da onarır.